Bir dönem Cumhuriyet Gazetesi’nin arşivinde plastik sanatlarla ilgili çıkan haberler üzerinde çalışıyordunuz…
Ben İlhan Selçuk’un izniyle Cumhuriyet Gazetesi arşivinde 2 sene çalıştım. Oradan ciddi veri tabanı oluşturmuştum. 1927 ile 1960 arasında yaklaşık 30 yılı kapsayan süreçte, Cumhuriyet Gazetesi’nde plastik sanatlar ile ilgili çıkan haberleri dijital olarak kopyaladım. Maalesef bu arşiv 2 sene önce çalındı. Bir gün bir yerde mutlaka çıkacaktır.
Arşivimde günlük gazete haberleri vardı. Böylece kimin birinci olup olmadığını, hangi sergilerin nerede açıldığını takip edebiliyordum. Birçoğunu okudum. Tabi aklımda hepsi kalamadı. Ama oradan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Peyami Safa’nın, Hamit Görele’nin sanat yazılarını takip ettim. Sanat tarihçileri, bu yazılara ulaşıp bir sanat yazısının üslubu nasıl olmalıdır? önerisi/önermesi üzerine bir yazı yazabilir. O dönemde, onlar sanatçıların resimlerini anlatmışlar. Tanpınar’ın edebiyatçılığı sanat yazılarına başka bir boyut getirmiş. Günümüzde sanki düşünülerek, sanat terimleri sözlüğünü kullanarak oluşturdukları metinlerle anlaşılmaz olmaya çalışmanın gereğini anlayabilmiş değilim. Türkçe gayet yeterlidir ve karşılığında kelimeler bulunmaktadır. O yazılardan çok şey öğrendiğime inanıyorum. Mesela bir resme nasıl bakılacağını… Günümüzde ise popüler kültürün etkisiyle sanatçıların nasıl bohem yaşadığı konuları anlatılır hale geldi. Hâlbuki Orhan Peker ve Fikret Mualla’nın sanatıyla ilgili o kadar çok farklı yönleri var ki. Bunların konuşulduğu bir sanat ortamının tekrardan oluşturulması gerektiğini düşünüyorum.
Sanat aktörlerinden biri olarak kendinizi sanat ortamının neresinde görüyorsunuz?
Ben, kendimi sanat meraklısı olarak adlandırıyorum. Küratör değilim. Eskiden yaptığımız işin adı sergi komiseriydi. Görevimiz aynı, sadece ismi farklıydı. Bence şimdi en doğru kelime; ‘koordinatör’dür diye düşünüyorum. Çünkü ben sadece yazılan metinlerle, resimleri ve bilgilerini koordine edip sunum yapıyorum. Yeni bir şey icat etmiyorum. Bunun için bazı kavramların farklı kullanılmasına karşı çıkıyorum.
Sanatın popüler kültüre dahil olmasıyla dengeler değişmeye başladı…
Politikaların hepsi gelip geçicidir. Bunun için 1970’lerden günümüze bakmanın yeterli olacağını düşünmekteyim. Sanatçıların buna göre sanat üretmesi ve pozisyon alması karşılığına bakınca, bu kişilerin sanatçı olarak anılmasına karşı çıkıyorum. Bugün politikalarda Türk – İslam sentezi adı altında üretim yapılması ve tablolarına dini motifler eklemiş olmaları ya da çağrıştıracak formlar yerleştirmiş olmalarının sanatla hiçbir alakası yoktur. Bu tamamıyla popülarizm kültürüdür. Erol Akyavaş bu kaligrafiyi en iyi şekilde kullandığı zaman dinci ya da dindar mıydı? Geleneksel motifleri çağdaş biçimde kullandı. Burhan Doğançay kaligrafi formlarını estetik biçimde kullandığı zaman dinle alakası mı vardı? Hayır. Bunun daha çok örnekleri var. 1960’lı yıllarda kaligrafiyi en iyi kullanan kişilerden bir tanesi de, Abidin Elderoğlu’dur.
Kaligrafi Japon sanatında ne ise bizdeki hat sanatı da odur. Bunlar dini bir bakış açısı değil, estetik bir kullanım biçimidir. Bunları anlatmamız ve dergilerde yazmamız lazım. Mesela, Japon kaligrafisi ile Osmanlı hatları yan yana getirilerek sergi yapmak isterim, ama şimdi değil. Her şeyi satacağım diye, popüler kültürün içine dahil olup ‘popüler olacağım’ diye bir yandan ‘Allah’, ‘Bismillah’ kelimelerini meta haline getirmenin, diğer yandan sanatı ucuzlatmanın bir anlamı yok. Bunların hepsi bir gün sanat tarihinde çöp olarak yok olmaya mahkûmdur.
Özgün baskı, uygun koşullarda orijinal sanat eserine sahip olma imkânı sağladı…
Meteksan, Türkiye çapında yarışma yapıp ödül veriyordu. Ben özgün baskıyı çok önemsedim. Çünkü sanatı seven, ama ekonomik gücü satın almaya yetmeyen kişilerin evlerinde orijinal bir eser bulundurma şansını elde ettiriyordu. Ama şu anda eleştiriyorum. Bu talepten kaynaklanarak Türkiye’deki özgün baskı fiyatları Avrupalı sanatçılarının fiyatları üzerindedir. Özgün baskı, Türkiye’de şu anda 2.000.-/3.000.- dolara satılıyor. Böyle bir fiyatın 100 adet baskıda olması çok mantıksız. Bugün Avrupa’da 1.000.- euroya, Dali almanız mümkündür. Bizim burada sınır ve işin kuralları yok. Sanatçı baskıları numaralıdır. 10 – 12 tane basılır Romen rakamıyla belirlenir ve bunlar orijinal baskıdır. 1/100 diye devam eder ve bitirilip plaka imha edilir. Bizde plakalar imha edilmiyor. Baskılar bitince beğenildiği için rengi değiştirilerek tekrar –‘E.A.’ diye- basılıyor. Böyle bir gerçeklik yoktur.
Bence özgün baskının resim yapmaktan daha zor bir uygulaması var. Ama yanlış tutum ve davranışlardan dolayı gerçek değeri anlaşılamadı, fotokopi mantığı ya da dijital baskı mantığı ile bakılmaya başlandı. Suistimal edildi. Ayrışımı yapılamadı…Tüketim mantığı çok hızlı gelişti…
1990’lardan sonra yaşamımızda tamamen tüketme anlayışının hakim olması sanatın da sorunu oldu. Çabuk tüket, sadece parasal olarak yaklaş. Bu girdaba girildiği müddetçe bunun sonu yok… Sırf ‘talep var’ diye aynı şey üretilemez. Sanata arz-talep meselesi olarak bakılamaz. Hayatı boyunca resim satmasa da, sanatçı olma duygusuyla resim yapanlara çok örnek verebiliriz.
Ben çok konuşmalara şahit oluyorum: “Atölyemde çok resim birikti. Yerim kalmadı. Şunları bir toptan vereyim de yeniden resim yapmaya başlayayım. Şu anda fiyat pazarlığındayız. O yüzden resim yapmıyorum…” Bunu söyleyen ressamlar var.
Bir ressam resim yapmadan durabilir mi?
O zaman biz bu kişilere ressam mı? diyeceğiz. Sanatçı mı? Zanaatkar mı? Ne diyeceğiz? Zanaatkarlar için yapılan eleştiriler şu anda sanatçıları da kapsamaktadır. Hiç olmazsa zanaatkar yaptığı şeye özenir, ondan haz alır. Ama bugün ressamlarımızın bir kısmı zanaatkar olmuş durumda. Sanatçı atölyesinde duvara yapıştırılmış 10 tane resmin aynı anda yapıldığını belgeleyebilecekken, nezaketsizlik olur diye belgelemediğimiz birçok olayla karşı karşıya geliyoruz. Özel mekanizmalar yapılmış, tuvaller yan yana dizilmiş ve hepsini aynı anda yapılıyor. Sanatçı bu şekilde çalışıyor ve çok yüksek meblağlara eserleri satılıyor. Resim yapmak, sanat nerede?
“Galeri ile şu kadara anlaştım. Bana ev, yazlık, jip, yat vs. aldı. 80 / 100 tane resim yapmam lazım. Tuvallere galerici karar veriyor. Bunları boyayıp vereceğim.” Diyor. Ağzıyla teslim oluyor. ‘Resim yapacağım’ demiyor, ‘boyayacağım’ diyor. Bunlar ileride mutlaka yazılacak ve konuşulacaktır.
Yeni yetişen nesil ne kadar donanımlı bu aşamada…
Hocalar atölyede resim yapmıyorlar ki. Eskiden Akademide hocalar çok çalışır, birebir öğrencilerle resim yaparlardı. Bir sinerji oluşurdu. Bütün işler 1983’den sonra, YÖK sistemi ve üniversite yapılanmaları ile, akademik kariyer yüklenmek isteyen ressamların profesör olma ihtiyaçları bu sonucu getirdi. 1990’lardan sonra gelişen globalleşme ve tüketim, herkesi içerisine aldı. Biz satıcı değil, alıcı değil, sanatçı değiliz. O yüzden rahat rahat konuşuyoruz. Bu kesimlerden herhangi birini temsil etsek, mutlaka taraflı olurduk. Onlar da kendilerince haklı olabilir!
Merhum Nahit Kabakçı ile sohbetlerimiz bana çok şey öğretmiştir. Haklıydı. 1985 sonrası 2000’lerde Nahit Bey’in de dahil olduğu süreç içerisinde galeriler çok resim sattı ve ciddi paralar kazanıldı. Sanayici sayısında belirgin bir artış olmuş ve ilgi sanata kaymaya başlamıştı.
Galerilerden koleksiyonerler fütursuzca, 10 – 20 tane eser satın alıyordu. Zaman içerisinde ellerinde 2.000 – 3.000 tablo birikti. Depolarda yığılma başladı. Sonra hangi tablo bende ya da değil diye düşünmeye başladılar. Eser sayılarını dahi bilmiyorlardı. Kayıtları yoktu. Bunlar zaten mevcut ödenekleri ile koleksiyoncu mantığı dışında sadece eser toplamış insanlardı. Ne kadar korunabildiği meçhuldü. Gerçi Devlet Resim Heykel Müzesi’ndekiler bile korunamadı. Buna karşın İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde 12.000 eserin envanterinin olması gayri kanuni işleri bir nebze engelledi. Bunu engellemenin bazı çözüm yoları var. Bugün açıklanan tablolar varsa mutlaka görselleri de vardır. En azından bu görsellerden “Kayıp Resimler” adı altında 500 – 600 eseri içeren bir katalog yapsalar en fazla 500 sayfa tutar. 1.000 adet basılsa devlete maliyeti 40.000TL’yi geçmez. Bunları da galerilere, müzayedelere, koleksiyonerlere dağıtsalar, bu eserlerin satışı ve ortaya çıkması engellenir. Şu anda eserler sürekli el değiştiriyor ve Kültür Bakanlığı bunu takip edemiyor.
Bütün imkanlar devlerin elindeyken neden takip edilemediğini düşünüyorsunuz?
Bunu yapamıyorlar, çünkü bu dönemde müzenin ve güzel sanatların başına atanmış olan kişilerin yeterli derecede sanat tarihi bilgisi yok. Mesela Plastik Sanatlar Daire Başkanı sanat eğitimi almamıştır. Dolayısı ile sanat eserlerinin ilk görüşte envanter deşifresini yapamamaktadırlar. Bu nedenle takibini de gerçekleştirememektedirler. Ama bunun için uzman bir ekip oluşturabilirler. Bütün bunlar doğu kültürünün getirdiği dezavantajlardır. Bizler daha radikal fikirler üretip; ‘sanat eserleri nasıl kurtulur?’ diye düşünürken, gelen çözümler hayal edemeyeceğimiz boyutta gerçek dışı oluyor.
Maçka Endüstri Meslek Lisesi’ni hepimiz biliriz. Bu bina bahçesiyle nasıl güzel bir müze olur… Ben halen torna makinelerinin bu binada çalıştırılıp eğitim verilmesine akıl erdirememekteyim. Mesela Taş Kışla binası. Ne güzel müze olur. Bunlar gibi birçok bina daha İstanbul’da mevcut. Beşiktaş’taki Resim Heykel Müzesi’nin üzerinde “İstanbul Resim Heykel Müzesi” yazar. Altında da bir ibare bulunur. “1937’de Atatürk’ün emriyle kurulmuştur.” Müze yok edildi. O mermer levhanın sonucunu merak ediyorum. Tarihte ve belleklerde yer alan fotoğraflar ebediyen kalacaktır.
HAFTAYA;
Sanat sergilerinin varoluşu…
Kaltalıoğlu’nun sanat kutularından ‘Beşiktaş Çağdaş ve Kent Belleği’nin varoluşu…