Selçuk Kaltalıoğlu: ‘Tanrı beni sanata hizmet için yarattı.’

Selçuk Kaltalıoğlu: ‘Tanrı beni sanata hizmet için yarattı.’

KENT BİLİNCİNİ OLUŞTURMAYI KENDİNE MİSYON EDİNMİŞ,
“Tanrı beni sanata hizmet için yarattı.” diyen
SELÇUK KALTALIOĞLU İLE SANATIN HER YÖNÜ…

1970’lerden bu yana kendini sanatın içinde bulan ve “ben sanatı var edebilmek için doğmuşum” diyen Kaltalıoğlu, sanat serüvenini ilk kez bizlerle paylaştı.

Trabzon’da, lise yıllarında resim atölyesinde Orhan Kut isimli öğretmeni tarafından desteklenen Kaltalıoğlu, 1978 yılında Gazi Yüksek Öğretmen Okulu Resim –İş sınavını geçip, 1982’de Gazi Üniversitesi’ni başarıyla tamamlamış, mezun olmadan profesyonel olarak Meteksan grubunun içine dahil olmuştur. Uzun yıllar hem koleksiyonun oluşma sürecinde var olması, hem de çok kıymetli Türk sanatçılarının atölyelerini ziyaret edip, onları yakından takip edebilmesi bu yıllara dayanmaktadır. Süreç kendisini ressamlıktan galericiliğe – kapitalizm üzerine kurulmuş galericilik anlayışı ile değil, devletin misyonunu kendi misyonu haline getirerek sanatçılara destek olmak ve Ankara’da eksikliği hissedilen alternatif modern bir mekan yaratmak amaçlı bir galericilik anlayışı ile – yoluna devam etmiştir.

Sanat hayatı, 2000’li yılların başında İstanbul’a gelmesine neden olmuş ve yıllarca alt yapılarını oluşturduğu büyük retrospektif sergileri hayata geçirme imkanını kendisine sunmuştur. “Beşiktaş Çağdaş” sanat hayatına “Kırmızı – Siyah” sergisi ile işte o dönemde’ merhaba’ demiştir.

Selçuk Kaltalıoğlu ile tanışmamız sanatı paylaşabildiğimiz bu oluşumun içinde gerçekleşmişti. Kendisinin entelektüel bakış açısı her zaman şaşırtmış, naif ve detaycı yapısı da oluşturduğu organizasyonlarda ki başarısını getirmiştir. Sohbete başladığımız an itibari ile kelimelere döktüğü anekdotları Türk Modern Sanat tarihi sürecinde yaşamış ender kişilerden biri olduğu gerçeği ile karşı karşıya bizi bırakmakta ve kendimizi bir an için o atölyelerin içinde hissettirmektedir.

Beşiktaş Belediye Başkanı Sn. İsmail Ünal’ın da sanata gerçekten değer vermesi ve desteklemesi, farklı bir bakış açısı ile bakabilmesi, Selçuk Kaltalıoğlu ile yıllardır omuz omuza sanat için gerçekleştirdikleri organizasyonlar, O’nu ‘kent bilincini oluşturma’ aşamasına getirmiştir.

BÖLÜM I

1970’lerde Sanatın Naifliği…

Gazi Üniversitesi öğrencilik yıllarınız, hocalarınız ve sanat eğitimi serüveniniz…

Anadolu’nun ortasında tamamıyla Avrupa’da eğitim görmüş bir kuşağın öğrencisi oldum. O dönemde Gazi’nin atölyeleri genişti ve olanakları çok iyiydi. Resimde Adnan Turani, Murşide İçmeli, Mustafa Ayaz, Hayati Misman, Zafer Gençaydın, Zahit Büyükişliyen, Halil Akdeniz, grafikte Hüseyin Bilgin kadrodaki sanatçılardan bir kaçıydı ve öğretmeye çok hevesliydiler. Sistemi dinamikleştirmeye çalışıyorlardı. Adnan Turani, Gazi’deki Refik Ekipman, Zeki Kocamemi’lerden gelen geleneği kırıp Modernizm kavramı için mücadele veriyordu.

Bence geçmişle ilgili araştırılacak konulardan biri de ekollerdir. İki ekol vardır. 1. si Devlet Güzel Sanatlar Akademisi 2.si Bauhaus ekolünden gelen Tatbiki Güzel Sanatlar’dır. Ondan sonra Gazi geleneği gelir. 1950 sonrası Adnan Çoker’lerin mezuniyeti ile aynı dönemdir. Türkiye’de ilk sergisine öncesinde manifesto yazan Adnan Çoker ile Lütfü Günay’dır. Lütfü Günay akademik bir kariyer takip etmediği için sanat camiasının algısının dışında kalmıştır. Ama ben sanatsal olarak baktığımda, Abidin Elderoğlu’nu yakaladıkları gibi, bir gün Lütfü Günay’ın soyut işlerinin de yakalanarak, anlaşılacağını düşünüyorum. Benim için ressamın resminin parası önemli değildir, ressamın ne yaptığı önemlidir. Bu yüzden bunlar iyi ressamlardır. Süreçte neler ürettiği? Nasıl çalıştığı? beni ilgilendirmektedir. Öyle kişiler var ki sadece resim yapmak için yaşıyorlar. Ömürlerini atölyelerinde geçiriyorlar. Meslek olarak ressamlığı seçmişler. Lütfü Günay da bu sürece en iyi örneklerdendir. Mesela Orhan Peker’in resimlerini tuval, kağıt olarak ayırt ederler. Orhan Peker’in Paris’te yaşadığı yıllarda vücud bulan, İspanya dönemi vardır. Orada hazırladığı İspanyol defterini Yapı Kredi Kültür Yayınları’nca kitaplaştırmıştır. Hiçbir sanat tarihçisi Orhan Peker’in İspanya dönemi üzerine bir araştırma ve değerlendirme yapmamıştır. Buradaki dikkat çekilmesi gereken konu, Orhan Peker sanatın merkezine gezmeye gitmemektedir. Türk ressamı olarak plastik değerlerle hesaplaşmaya gitmiş ve kendini sorgulamıştır. Kendi kitabının arka sayfasında bir kolaj ile kendisini El Greco ile karşılaştırır onun gibi giyinmiş ve durmuştur. Çünkü ilk defa orijinal resmi ile karşılaşmakta ve bu plastik değerler ile kendi kendine hesaplaşmaktadır.

Öğrencilik dönemimde de birçok sanatçı ile bir arada bulundum. Meteksan’a gitmesem Hayati Misman’ın asistanı olarak atölyesinde çalışmaya devam ederdim. Merakımdan yapmamam gereken projeler yaptım. Ebadı 40x50cm olan gravürler kazıdım. O dönemde öğrenciler küçük işler yapardı. Ben hocalarıma özenirdim ve bu çalışmamla, öğrencilerin iş vermesi yasak olan devlet sergisine girmiştim. Ressamlar, Devlet Resim Heykel Sergileri için özel eserler hazırlarlardı. Burada amaç kendini göstermekti. Esasında ben de hayata böyle bakıyorum. Bir ressamın sergisine gittiğimde, ressamın yeni bir çalışma sürecinden geçip geçmediğine, yeni bir anlayışın, bir manifestosunun olup olmadığına, yeni formlarının oluşup oluşmadığına bakarım. Çünkü ressamın plastik sorunu olduğu için resim yaptığına inanırım. Ama son 10 yıldır bu durum biraz bozuldu.

Bir ressam neden sergi açar?

Sanat camiasında, ben “yeni bir şeyler ürettim”’ demek için; 1 ya da 2 sene içindeki yaptığı en lokomotif resimlerinden 20 – 30 tanesini seçer ve sergiler. Bana göre ressam için o sergi, o formun ve mücadelenin sonucudur. O sergi bitince bir daha açılmaz. Ancak o eserler ve daha evvel yaptıkları galeride konsinye odalarında tüketilir. Bence aynı resimlerden 2 – 3 ay aralıklarla sergi açılmasının mantığı da yok. Başka şehirde ya da ülkede olabilir. İstanbul’da aynı serginin 8 – 10 versiyonunun peş peşe tamamen piyasa şartlarına bağlı olarak, galerilerin satıp para kazanma amacıyla yapılması mantığını kabul etmiyor ve böyle bir yaklaşımın doğru olmadığını düşünüyorum.

Şu anki süreçte bir hedef yok… Yarışmalar da sanatçıları bir yere taşıyamıyor diyebilir miyiz?

Ben yarışma dönemlerinin geçtiğini düşünüyorum. Bahsettiğimiz sanatçılar bu yarışmalara katıldığında yaş ortalaması 50’nin altındaydı. Bunu normal kabul ediyorum. Şimdi bu kişilerin yarışmaya katılmış olmaları doğru olmayabilir. Bana göre o zaman yarışmalarda yenilenme ya da kurallanma vardı. Normaldi. Değerlendirmeden geçme mantığı ile bakarsak piyasa, ressamlar, galeriler, bunların hepsi statik ve her şey duruyordu. 10 galeri var aynı, 10 sanatçı var aynı, 100 koleksiyoner var aynı diye bakarsak yanılırız. Çünkü süreç geçiyor. Bu konuştuğumuz süreç; 1980’ler, şimdi 2010’lardayız. Aradan 40 yıl geçmiş durumda. Konuştuğumuz ressamların birçoğunu kaybettik. O zaman belki doğmamış ressamlar şimdi sanat piyasası içindeler. Yani alttan gelen bir kuşak var, bir de giden kuşak var. Bu bir döngüdür. Bu çerçevede baktığımız zaman Devlet Resim Heykel 30-35 yaş altı yarışmalar yapabilir. Hatta bunlar birbirinden farklı yarışmalar da olabilir, olmalıdır da. Şu anda özel üniversitelerde Güzel Sanatlar Fakültesi’nin sayısı 20-25 civarındadır. Bir farklılık yaratarak son sınıf öğrencilerin arasında ya da yeni mezunların da katılabileceği ayrı kategorilerle, farklı jüri grupları ile yeni yarışmalar yapılabilir. Ödül kurgusu da başka olur. Burada önemli olan şey yeni bir şekillenmenin oluşmasıdır. Herkes aynı kulvarda koşmaya çalışınca sonuçta taşma oluyor. Ayrıştırmanın başlatılması gerekmektedir.

Mesela bazı galeriler, sadece hiç kişisel sergi açmamış, yolun başındaki genç ressamlara bu olanağı sağlayabilir. Bu anlayıştaki galeri sayısının da artması gerekir. Herkes şu anda öyle bir mantıkla bakıyor ki ben olanı satayım sadece para kazanayım. Bugün sanat dergilerine bakıyorsunuz… Ne sattın? Ne yaptın? Bunların değeri ve anlamı nedir? konuşulmuyor. Ben popüler kültüre karşı değilim, yaşamın içinde her zaman var. Dünyada da var. Ama oranının biraz makul seviyelerde olmalısı gerekir. Bana göre %10 ve %20’leri geçtiği zaman dergideki popüler kültür yazıları ve sergileri mantıksızlaşıyor ya da tamamen magazinselleşiyor. Bu kötü ve yanlış bir yapılanmadır. Başka bir açıdan baktığın zaman da, bu kadar dergi koleksiyonerlere gönderiliyor. Birçoğunun masasında ya da sehpasında poşeti açılmamış eski sayı sanat dergilerini görüyorum. Demek ki somut olarak görülen şudur; bakılmıyor ya da bakma ihtiyacı hissedilmiyor.

Avrupa’da eğitim görmüş, yurtdışına sanatsal gezilere giden, incelemelerde bulunan sanatçılarımız Ankara’da ve İstanbul’da üniversitelerde eğitimi dinamik hale getirme çabası içerisindeyken, siz de bu süreçte eğitim görüyordunuz… İki şehrin sürecini takip edebiliyor muydunuz?

Meteksan’ın avantajı ile İstanbul’u da izleyip takip etme ve görme şansım oldu. Bu yıllarda 1940’lardan gelen bir gelenek ile İstanbul’daki ressamlar Ankara’da da sergi açmak isterlerdi. Burada bir kıstas vardı. Kimse satmak için sergi açmıyordu. Sergi açmak,sanatçının yeni eserlerini ve yeni anlayışını göstermek içindi.

Resim alıcıları da bu süreci takip ederken sanatçıya saygı duymak, dost olmak, yaşamı paylaşmak ve sanatına değer vermek gibi önemli kavramları daha bilinçli yaşamış…

Ressamın tablosunu karşılığı verilen parayı utanıp alamadığı, masasına bırakmalarını rica ettiği örneklerini dinledim. Açıkta para almayı ise çok ayıp sayarlardı. Bu gelenek 1985’lere belki 1990’lara kadar devam etti. Hiçbir galeriye, ressama para gözünün önünde açıkça verilmez, zarf içerisinde verilirdi. Resim alıcıları diyorum ben bunlara, koleksiyoner değil. Resim alan kişiler, sessiz bir şekilde resmin fiyatını ressam duymadan galericiye sorarlardı. En büyük ricaları da maaşlı kişiler olması sebebi ile 2 ya da 3 ay vade istemeleriydi. Ankara’da çok net gördüm. Bürokratların, dış işleri mensuplarının, üst düzey yöneticilerin, öğretim üyelerinin, profesörlerin evlerine gidersiniz -bu kuşağın yaş ortalaması 80’dir- eserleri alış tarihleri 1970’lerdir- duvarlarında mutlaka tablo asılıdır. Neşet Günal, Orhan Peker, Avni Arbaş, İbrahim Balaban, Abidin Dino bu sanatçılardan birkaçıdır. Evlerinde ortalama 15-20 tablo vardır ve hepsi asılıdır. Çünkü esere bakmaktan zevk alırlar.
Orhan Peker sergisinde başımıza gelen bir olayı aktarayım size. Hazırladığımız katalogda koleksiyoner isimlerine de yer verdiğimizden dolayı bazı galericiler bu kişilere ulaşmış, ısrarla evinde duvarında asılı Avni Arbaş ve Orhan Peker eserlerini almak istemişlerdir. Her gidişlerinde teklif ettikleri rakamları arttırmışlardır. Hâlbuki O kişinin o tablo ile bağlantısını göz ardı ettiklerinden değerinin 3.000 ile 60.000 TL olmasının arasında hiçbir fark teşkil etmediğini anlayamamışlardır. Onlar için o eserin maddi değeri olmadığı gibi böyle bir algıları da yoktur. O eseri sevmiştir, satın almıştır, onu seyretmekten hoşlanmaktadır. Ben bu tür insanları daha çok seviyorum ve özlüyorum. Bu nedenle ‘keşke sanatçı kitaplarında yapıt sahibinin ismini yazmasaydık’ dediğimiz zamanlarda olmuştur. Bizim buradaki amacımız görülmemiş Orhan Peker eserlerini gün yüzüne çıkartıp sanatseverlerle paylaşmaktı. Eskiden Ankara Sanat Kurumu’nda olduğu gibi resim alıcılarını ve sanatçıları bir araya getirmek, sanat konuşmak, sohbetler yapmak, yemekler yemek…

Bu sanat konuşmaları o dönemin sanat dergilerindeki yazılarında takip edilebiliyordu…

“Ankara Sanat “adında 30 yıl Nüzhet İslimyeli’ye bağlı olarak çıkan sanat dergisi vardı. İstanbul’da da Hamit Kınaytürk’ün çıkardığı “Sanat Çevresi” Dergisi. Bir de benim halen sakladığım 80’lerin başında Jale Erzen’in çıkardığı, çağının çok ilerisinde konuları içeren “Boyut” dergisi vardı. Bence sanat dergisi çıkarmak isteyen kişiler, sanat tarihçileri bu yazıları okusunlar. Bu sanat dergilerinde kimi zaman karşılıklı, kimi zamansa müstakil eleştiri yazıları yer alırdı. Bu ay biri yazar -mesela Elif Naci-bir sonraki ay karşı görüşün yazısı yayınlanırdı. Ne cevap verilecek diye her ay takip ederdik. Ama bunlar nezaket kuralları çerçevesinde yapılırdı. Sergi eleştirisi yazarlardı. Şimdiki eleştiri yazan arkadaşların bu arşivleri incelemelerini tavsiye ediyorum.